13 Mayıs 2009 Çarşamba

MÜFTÜ'YE AĞIT


DOĞUM GÜNÜ

Henüz delikanlılık çağındayım, günlerden Temmuzun 16′sı, yıl ya 1979, ya da 1980
Anneannemlerin portakal bahçesini suluyoruz Emmimoğlu Metin ile birlikte,
Koskoca geceyi devirmiş, sabah güneşinin doğmasına az zaman kalmış,
Her taraf zifiri karanlık ve bir o kadar da sessiz, cırcır böcekleri bile derin uykuya dalmış,
Elimi çapaya dayamış, gemici fenerinin aydınlattığı portakal ağacının gövdesini seyrediyorum.
Oldum olası ilginç geçmiştir doğum günlerim,
Bazısını başkaları hatırlatmıştır ya,
Bir çoğunda da doğum günüm geçip giderken birden anımsayıvermiştim.

AĞUSTOS BÖCEĞİ

O gün de geçip giderken hatırlayıverdiğim doğum günlerimden birini yaşıyorum,
Topraktan çıkan ağustos böceği ağır adımlarla  ağacın gövdesine tırmanıyor,
Henüz gövdesini kaplayan kabuğu çatlamasa da güçlü ayakları ağacın gövdesini sıkıca kavrıyor,
Sihirli bir dünyada gibiyim, yeni bir hayatın doğum mucizesine tanıklık ediyorum,
Önce dış kabuk çatlıyor, sonra başı, sonra da gövdesi çıkıyor dışarıya sonsuz bir yavaşlıkla,
Sonunda da kabuktan kurtulup, sabaha kadar bekliyor ıslak ve buruşuk kanatlarının kuruması için,
Güneş doğmak üzere, merhaba yeni hayata, merhaba doğan güneşe.

ERZİN’İN BAHARI

Erzin’in yazları da baharları da bir başka olur oldum olası,
Mart ile birlikte erik , kayısı , vişne, kiraz, kızılcık, şeftali ağaçları patlatır tomurcuklarını,
Baharı beyaza, pembeye boyar mis kokularıyla, kır laleleri, papatyalar yarışır ağaçlarla,
Nisan ayında ise, kolonya esansına düşmüş gibi hissedersiniz kendinizi portakal ağaçlarının bembeyaz çiçekleriyle,
Rengarenk kelebekler, arılar şaşkına dönerler konacak çiçeklerden hangisini seçeceğine karar verirken.
İşte bütün çocukluğum ve delikanlılığım bu topraklarda geçti.
Evimizin yakınında bir mezarlık var, belki bir çokları mezarlıktan korkar,
Ama biz korkmayız mezarlıktan,
Uçurtmalarımızı bu mezarlıkta uçururuz,
Bahar ve yaz aylarında Akrep ve Böğ dediğimiz bir tür örümcek yakalarız,
Bu işte de ustayız, biliriz akrep deliğinin yassı ve eğimli olduğunu, böğ deliğinin ise yuvarlak ve dik,
Elimizde ucuna bal mumu sıvadığımız bir kırnap ip varsa gerisi kolay, sokarız deliğe ipi ve hafifçe çekiştiririz,
Akrep ya da örümcek sıkıca tutunu verir  bal mumuna, sonrada çekersin olur biter.
Mezarlıkta geçirdiğimiz saatler sırasında sık sık yanında oynadığımız bir mezar var, bir tür yatır, Abdino adında birine ait,
Mezarın hemen yanında Dedem Osman ALTAY’ın, Amcalarımın mezarları var, bir de kral ağacı diye bildiğimiz akasya,
Abdino’nun kim olduğunu bilmiyorduk ya,
Şifa bulmak için gelenlerin çocuklar bulsun diye mezarın üzerindeki taşların altına sakladıkları bozuk paralar ya da şekerler bize yetiyor.

ÇUKUROVA’NIN BÜYÜSÜ

Kimler yaşamadı ki bu toprakların büyüsünü…
Medeniyetler geldi geçti buralardan,
Hititliler, Romalılar, Bizanslılar yaşadı buralarda,
İsos ovasında cenk etti Büyük İskender ve Darius,
Bu savaşta yenilen Dariusun tacı düştü bu topraklara, o gün bu gündür herkes ara durur,
Sonra, Sökmenliler sökün etti Aral gölü civarından,
Önce Ahlatlı devletini kurdular Van ve havalisine,
Geldikleri yerdeki Erzin şehrinin adını nakışladılar, Erzuruma, Erzincana,
Sonra Selçuklulara katıldılar, dağıldılar koca Anadoluya, bir kısmı da Erzin’e.
Annem de aynı boylardan gelir….
Akkoyunlular çıkıp geldiler Horasandan Otlukbeli de Osmanlıya kaybedince, bir kısmı da Erzin’e
Neler yaşanmadı ki Erzin havalisinde ve Çukurova topraklarında,
Gün geldi, İskan edeceksin şu Çukurovaya dedi Osmanlı Türkmene,
Tekmil Türkmen karşı çıktı Osmanlıya ya, ezildi Osmanlı karşısında birdaha doğrultamadı belini,
Bir bölümü savaşta, bir bölümü sıtmadan öldü, geri kalanların birçoğu iskan tuttu Çukurovayı,
Bir bölümü de tekrar kavuştu yarpuz kokan derelerine, Binboğalara, Aladağlara,
Gün geldi, Dağdaki yörük için otlak kalmadı Çukurovada, düşman oldu dağdaki kardeş ile ovadaki kardeş,
Çaresiz iskan etmek istedi ama çok sancılar yaşandı, çünkü yer kalmamıştı.
Neler yaşanmadı ki Çukurovada….

SAVAŞ YILLARI

Büyük trajedi yaşayan ve topraklarını bırakıp gelen Balkan Türkleri yerleşti Çukurovaya ve Erzin’e,
Hepsi de sarı saçlı, mavi gözlü, yeşil gözlü,
Bir tanesi de Dedem Osman ALTAY, ilk hanımı ve çocuklarıydı.
Sonra Çanakkale, Yemen, Arabistan, Suriye,Irak,Sarıkamış savaşları yaşandı,
Giden gelmedi, Anneler; evlatsız, kocasız
Evlatlar; babasız, ağabeysiz, kardeşsiz,
Gelinlik kızlar; sözlüsüz nişanlısız,sevgilisiz kaldı.
Güneye indi Sarıkamıştan bozguna uğrayan savaş artıkları,
Moralsiz, yıkık, ümitsiz, kimsesiz,
Köylere kasabalara girdiler yağmaladılar, öldürdüler, öldürüldüler açlıktan, yokluktan.
Ermeni isyanları başladı, trajediler yaşandı,
Bir de Rus Askerleri geldi diğerleri yetmiyormuş gibi,
Çok korkular, acılar yaşandı.
Köyler kasabalar boşaldı, Harran’a yolaldılar yağmacılardan kaçmak için ya,
Kimi zaman da kendiler yağmacı oldular açlıktan sefaletten,
Komşu komşuya, kardeş kardeşe, arkadaş arkadaşa kıydı o günlerde,
Geriye kalan ise Kimsesiz çocuklar, kimsesiz anneler, babalar, yersiz yurtsuz insanlar,
Kırmızıya boyandı ovalar,dağlar,nehirler,köyler,kasabalar,
Bayram etti alıcı kuşlar, kartallar, akbabalar, kurtlar,çakallar, sahipsiz köpek sürüleri,
Çare yoktu,  göçetti kalanların bir kısmı Çukurova’ya, hem de bir daha geriye dönmemecesine…
Hepsi bu kadar mı….

KAÇ KAÇ GÜNLERİ

14 Nisan 1909 senesinde Ermeni isyanları başladı tüm Çukurovada,
Askerden aradığını bulamayınca silah kuşandı halk,
Kendi başının çaresine bakmalı, canını kurtarmalıydı,
16-19 ve 25 nisan günlerinde 4 gün 4 gece Tüm Çukurova ateş yerine döndü,
Binlerce can gitti her iki taraftan, feryatlar arasında.
Doğmadı bir daha her sabah doğan güneş giden canlar için,
Açmadı bir daha, her bahar açan papatyalar,gelincikler,
Erik-kayısı-kızılcık-şeftali-portakal çiçekleri,
Bir daha tanık olamadılar büyüsüne,
Her 16 Temmuzda doğan Ağustos böceklerinin,
Ak kefenleriyle bir beyaz güvercin olup kanat açtılar Zühal yıldızına.
Bu da yetmedi…
Bu sefer de; önce İngilizler ve daha sonra da Fransızlar işgal etti Çukurovayı,
Fransız Lejyonunun içinde Ermeniler de vardı,
“Kaç Kaç” günleri yaşandı önce…
Anneannem Sıdıka henüz 6 veya 7 yaşındaydı o yıllarda,
Babası İsmail onu atın sırtına yüzü koyu yatırmış ve üzerini bütünüyle örtecek şekilde bohça gibi sarmıştı bez bir kuşakla,
Öyle kaçtılar Başlamış köyüne,
Yoldayken Sıdıka atın sırtından aşağıya kaymış ve atın karnının altında bez kuşağın içinde kalmıştı yol boyunca…
Toplandılar Erzinin ileri gelenleri, Fransızları     Erzin’e    sokmamak     için,
“Terk edilmemeli Erzin” dedi Bulgaristan     göçmenlerinden      Osman  Hoca (Dedem Osman ALTAY) ,
Çağrıldı tekrar köylere çekilen Erzinliler, mücadele başladı;
Hüseyin Mahmutmutluoğlu’nun  (Dedem ),
Hacı Mehmet ağaoğlu Ali efendinin(Karakurum),
Hatip Ali Efendi’nin,
Salih Efendi’nin(Vural),
Şahinoğlu     Mehmet’in,
Ahmet Efendi’nin (Sökmen),
İbrahim Efendi’nin (Bölükbaşı),
Çapar Ali’nin (Özer)    ve
Kirtık Hüseyin’in   (Barutçu) önderliğinde,
Fransızlar  sokulmadı Erzin’e….

MÜFTÜ’ YE AĞIT

Çukurovaya yüzlerce yıldır göç eden Türkmenler, Kürtler, Araplar,Muhacirler ve diğerleri,
Binlerce yıllık geleneklerini, türkülerini, destanlarını ve ağıtlarını da getirmişlerdir beraberlerinde,
Geldikten sonra yaşananlar içinde yakılmıştır ağıtlar, türküler.
Dadaloğulları, Karacaoğlanlar çıktı bağrından,
Ala Geyik hikayeleri doğdu Gökdere Erzin’den,
Çanakkale için yakılmıştır yeni ağıtlar, Yemen, Sarıkamış, Ermeni İsyanları, Fransız işgali için,
Kore’den dönemeyen kardeşler,babalar,kocalar,sevgililer için de…..
Erzinde oynadığımız mezarlıktaki yatırda yatan Abdino  için iki ayrı rivayet vardır;
Bir rivayete göre 1909 olayları nedeniyle Osmanlı tarafından idam edilen 16 Türk’den bir tanesidir.Kendisi Palu’ludur.
Asılanlardan bir diğeri de Bahçe Müftüsüdür.
Bir ağıt yakmıştı Annesi  onun için.

“Karası yağlık karası
Karıştı Erzin arası
En büyüğü Müftü Efendi
Boğazı kendir yarası”

“Müftü’mü çektiler dara
Yusuf’uma geldi sıra
Biz Müftü’yü vermek diye
Hapisler düştü telaşa”

“Müft/ü/ oğlum şahriyat vali
Yusuf’um da daha deli
Gelin helallaşak kuzum
Elinizi verin beri”

“Kara sakal pırıl pırıl
Kur’an okur gürül gürül
Ankara’da ders hocası
Müftü’mü asana darıl”

“Müftü’mün sakalı kara
Yusuf’umu çekmen dara
Kefenleri boğazında
Asılmışlar sıra sıra”

“Kalmadı Osmanlı fendi
Asılan da Müftü’m belli
Aşiretten ünün almış
Azizli Mehmet Efendi”

“Adana’dan vali biner
Gelir de odama iner
Vallahi yalan değilim
Dört yanımda kandil yanar”

“Avradının adı Melek
Kucağında akça bebek
Adana’ya inmiş gelmiş
Başı kabak yalın ayak”

“Saat asılı döşünde
Yeşil sarığı başında
İkisini birden asman
Yazık olur genç yaşında”

“Saat sekizde bastılar
Candan umudu kestiler
Kadasını aldıklarım
Cebel müftüsün astılar”

“Müftü Bey’im Müftü Bey’im
Kefenini ben örteyim
Varınca haber alırlar
Gelenlere ben ne deyim”

“Atını çekin pazara
Müftü’m dayanmaz nazara
Kadanız allım aşiret
İkisini kon mezara”

“Altında atı hışılar
Döşünde içlik ışılar
Eli yanına dökülsün
Seni öldüren yahşılar”

“Düşümde gördüm düşümde
Yeşil sarığı başında
Padişahtan emir geldi
Yazılı ferman döşünde”

“Nesini deyim nesini
Ya kimler almış fesini
Müft/ü/ oğlumu asarkennek
Melekler duşmuş sesini”

“Hiç durman atını satın
Koyunu kuzuya katın
Koc/a/ Erzin’i yol ederken
Yoruldun mu Sultan Hatun”

“Birin koyam birin gezem
Evimi odamı bozam
Bir elimde iki efe
Ben de kapı kapı gezem”

“Müftü oğlum odada oturur
Çocukları avutarak
Yusuf oğlum kahve döver
Serçe pürçük dağıtarak”

“Ak konaklar karşı karşı
İçi bezirganlı çarşı
Karşı gelmedi mi kuzum
Yedirdiğim pirinç aşı”

“Adım adım ark eyledim
Büyük evi terk eyledim
Soysuz imiş elin kızı
Ben de yeni fark eyledim”

“Kollarım kürekten bağlı
Ününü  almış Gavurdağlı
Ferman elinde oğlumun
Okunmaz karalı aklı”

“Köpüklü atın bağlıyam
Evlatsız gönlüm eğliyem
Gel oğlum yanıma otur
Uğrun uğrun çok ağlıyam”

“Müft/ü/ oğlum emir donlu
Yusuf’umun gözü kanlı
Size diyom emmileri
Osmanlılar iki dinli”

“Gelinin adı Döndü
Bir biz değil alem yandı
Asıyorlar Yusuf’umu
Kefiye başına indi”

“Dar ağacı yapılıyor
O da tahtanın eninden
Bir günceğiz gördük idi
O da Hamid’in gününden”

“Biri Yusuf biri Müftü
Böyle Osmanlı’nın ahdı
Yusuf’umu öldürenin
Yıkılsın sarayı tahtı”

“Gümüş fincan gümüş tabak
Odasında dövülür dibek
Kızlar Adana’ya gitmiş
Hepisinin başı kabak”

“Padişahtan geldi ferman
Dizimde kalmadı derman
Hasta olmuş Müftü  Efendi
Sekiz isbat sana kurban”

“Biri Yusuf biri Ali
Veyli çiftelerim veyli
Menciliste laf veriyor
Sanırım esnekli tülü”

“Adana’nın valisini
Bağlasınlar derisini
Varın söylen Bahçeli’ye
Kaldırsınlar ölüsünü”

“Adana’dan gelen beyler
Yusuf’umu çekmen dara
Ben (de) Hakk’a niyaz ettim
Allah sizi yaksın nara”

“Evimizin önü asma
Asmanın dalına basma
Gavur muydun gavur düşman
Birin astın birin asma”

“Müftü oğlum okur yazar
Yusuf oğlum deli gezer
Erzinliler kabir kazar
Yazık oldu ikisine”

“Karşıdaki koca çınar
Çınar dalların döküle
Dil verip de söylesene
Çınar bellerin büküle”

“Fendi deli gönül fendi
Ciğerimin başı yandı
Bilmem bunlara n’etmişsin
Bahçeli Müftü Efendi”

“Müftü aya Yusuf güle
Verin kefenini giye
Hanesine haber olmuş
Varınca ben neler diyem”
“Dut ağacın budamışlar
Yenisinden bitsin diye
Dördünü birden asmışlar
Ocakları batsın diye”

“Yusuf’un giydiği çizme
Güzellik Yusuf’u yakar
Hükümete varıncağız
Kaymakam ayağa kalkar”

(Bu ağıt,Göksun, 1929 doğumlu, Sarıhoca aşiretinden
ev kadını Şerife Erdem’den derlenmiş ve Profesör Dr. İsmail Görkem tarafından yayınlanmıştır.)

DÜNYA DÖNMEYE DEVAM EDİYOR

Bu gün kalmadı o eski ağıtlar, bir çağ daha bitti,
Dünya dönmeye devam ediyor,
Güneş her gün doğup her gün batmaya devam ediyor,
Bu baharda da açtı çiçekler,
Bu baharda da şaşkına döndü hangi çiçeğe konacağına karar vermeye çalışan rengarenk kelebekler, arılar,
Çocuklar yine uçurtma uçuruyor, akrep örümcek yakalıyorlar,
16 Temmuz gecesi yine topraktan çıkacak Ağustos böceği ve merhaba diyecek yeni hayata,
Beyaz güvercinler kanat açarken Zühal yıldızına.
İsmail Rüştü ALTAY / Geçmiş Zaman Yolcusu
http://gecmiszamanyolcusu.blogspot.com
13.05.2009