18 Nisan 2011 Pazartesi

OĞLUM

MERHABA AVCILAR       

Aksaray’dan Avcılara taşınmamla birlikte  hayatımda bir dönem kapanırken, yeni bir dönemin kapısı aralanmıştı.

“Merhaba, yeni doğan güne, dostluklara, aşklara, tutkulara, umuda,
Merhaba yeni hayata…..”

Alp kısa bir süre daha İstanbul’da kaldıktan sonra, Telsiz Zabitliği ile ilgili zorlu sınavları aşmış ve sertifikasını almış, daha sonra da uzun yol seferleri yapan kuru yük gemilerinde çalışmaya başlamıştı.
Bu nedenle, uzun aylar boyunca İstanbul’a uğrayamıyordu.

Alp gittikten sonra bir süre yalnız yaşadım, daha sonra kardeşim Can İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanmış ve yeni ev arkadaşım olmuştu.
Can hayatımın yeniden şekillenmesinde önemli bir rol oynadı, bundan sonraki süreçte bir arada olduk, eve gelen arkadaşları da, hayatımıza yeni renkler kattılar, bu renkler hep güzelliklerle, özveriyle ve dostluklarla doluydu.

OĞLUM ve KIZIM

Uzak yol seferlerine giden Alp, bu yolla Dünyanın bir çok yerine gitme fırsatını buldu.
1996 yılı başlarında, çalıştığı gemi Kadıköy açıklarına demirlemiş,
Ancak, kendisinin karaya çıkma fırsatı olamamıştı.

Telefon açıp, elinde bize ulaştırılması gereken bir kutu olduğunu, kendisi karaya çıkamasa da, benim veya Can’ın Kadıköy ile gemi arasında geliş gidişi sağlayan bir tekneyle gemiye çıkıp, kutuyu alabileceğini söylemişti.

O gün hafta içi bir gün olduğu ve ben işte olduğum için bu görevi Can üstlendi.
O gün Can söz konusu tekneyle gemiye çıkar, Alp ile biraz sohbet ettikten sonra geriye dönmek için tekrar tekneye biner,
Ancak, denizde öyle büyük ve sık dalgalar vardır ki, tekneye binmek de, geriye dönmek de o kadar zordur,
Karaya çıkacak bütün gemi çalışanı tekneye biner binmesine de, talihsizlikler de arka arkaya gelir;
İlk olarak, gemiyle tekneyi birbirine bağlayan halat gemiden kurtulur ve tekne kontrolsüz bir biçimde gemiden uzaklaşmaya başlar,
Bu da yetmez, dev gibi dalgalarla uğraşmak da ayrı bir dert olur,
Tekne bir o yana, bir bu yana yatmaya başlar,
Bir de bir Rus tankeri musallat olur başlarına, tanker üstlerine doğru gelmekte,
Halattan kurtulan tekne de tankerin yolunun üzerine doğru yol almaktadır.
Bu kadarla da kalmaz, teknenin motorunu da bir türlü çalıştıramazlar.
Gemidekiler çok korkmuş olmalarına rağmen tekne için yapabilecek bir şey de yoktur.
Teknedekilerin korkusu, gemidekilerden daha büyüktür.
Umutlar gittikçe tükenmeye başladığından, Herkes, elindeki paketleri denize atmaya,  Kelime-i şahadet getirmeye başlamıştır.
 Can ise elindeki paketi sımsıkı kucaklayarak, dalgaların almasına izin vermek istemez.
Çıkmayan candan umut kesilmez derler ya….
Umutların iyice tükendiği sırada, teknenin motoru çalışır ve Rus gemisiyle çarpışmaktan kurtulurlar.

Akşam eve geldiğimde, salonda içinde iki tane gövdesi gri, kuyrukları kırmızı  renkli Jako türü papağan bulunduğunu fark ettim.
Alp’in getirdiği paket bu iki papağanmış meğer.

Alp’in çalıştığı gemi bu seferinde Nijerya’ya yük bırakmak ve/veya yük almak için demirlediği bir sırada, gemi personeli karaya çıkarak biraz vakit geçirmiş, bu arada, turistlere satış yapan birilerinden papağan almışlardı.
Papağanlar vahşi doğadan yakalandıkları için evcilleşmemişlerdi.
Kadıköy’de gemiyle kara arasında teknede yaşanan problem sırasında deniz atılan paketler de aslında o papağanlardı.

Hemen herkes can derdine düşüp, teknenin ağırlığını azaltmak için elindeki papağanları denize atarlarken, kardeşim Can ise papağanlarını kendi canı pahasına korumuştu.
Bu nedenle, her iki papağanın da Can’ın kalbindeki yeri özeldi.

Jako cinsi papağanlar, çok albenili görünmese de, tüm papağanlar içerisinde konuşmayı gerçek anlamda başaran ve en zeki türdür.

Bizdeki papağanlardan biri dişi ve diğeri de erkekti.
Uzun uzun isi aramadık, dişi olana”KIZIM”, erkek olana da “OĞLUM” diye seslendik, sonrada isimleri oğlum ve kızım olarak kaldı.

Geldikleri kafes küçük olduğu için daha sonra epey büyük bir kafes aldık.
Ama, genellikle kafesin içinde değil, kafesin üstüne monte ettiğimiz bir çubuk üzerinde durmayı tercih ediyorlardı, ancak,yemlerini yemek için kafesin içine giriyorlardı, yedikleri yemler biraz büyükse (örneğin kabuklu yer fıstığı gibi), yemi kafesin dışına çıkarıp orada yiyorlardı.

“KIZIM” tam bir kızın yumuşaklığına sahip, daha cana yakın, kendine dokunduran, naif bir dişiydi.
Hatta, zaman zaman uzattığımız elimize bile çıkıyordu.
Tabii bu da erkeği deli ediyordu. “OĞLUM” vahşiliğinden en ufak bir şey kaybetmemiş, bizleri yakınına bile yaklaştırmıyordu, bakışları tam bir piskopat bakışıydı.
Bir o kadar da maço kişiliğe sahipti,
“KIZIM’a” yaklaşmaya görelim, hemen saldırı pozisyonuna geçiyor ve izin vermiyordu, sık sık “KIZIM” ile didiştikleri de oluyordu, daha doğrusu, kız onu taciz ediyor, birkaç gaga darbesi indiriyor, o ise sabır gösteriyor, ancak, kız çizmeyi aştığında hemen dersini veriyordu.

Bu evdeki yaşantımız çok keyifli geçti.
Özellikle bahar va yaz aylarında akşamları eve geldiğimizde, kolay kolay içerde oturmuyor, terasta vakit geçiriyorduk.
Hele de ay ışığı varsa denize karşı geç saatlere kadar oturup, bir şeyler yudumlayarak, denizin üzerine düşen ayın şavkını, geçen gemileri ve havada süzülen uçakları seyretmeye doyum olmuyordu.
Ufkumuz alabildiğine açıktı, adaları, hatta, havanın berrak olduğu günlerde Marmara’nın karşı kıyıları bile görülebiliyordu.

Bu arada, bol bol da fotoğraf çekim denemeli yaptım terastan.
Ay ışığının altında Tripod’u kurup fotoğraf makinasını yerleştirdikten sonra, makinanın en ufak bir biçimde sarsılmaması için, deklanşörle bağlantılı bir kablonun ucundaki düğmeme basıp saymaya başlıyor ve ne kadar süre basılı tutarsam nasıl bir resim alabilirim diye test ediyordum.
Bu arada, Barbekü ’nün tadını epey çıkarmıştık.
Misafir de çok olunca daha keyifli oluyordu.

1997 yılında, bulunduğumuz evden, yine aynı semt içinde buluna ve Karayolları kampının ön kapısına yakın bir eve taşındık.
Bu evde teras ve balkon yoktu, ancak, gerek salonun ve gerekse de mutfağın penceresinden denizi görebiliyorduk.
Ev kat kaloriferli ve daha eski bir evdi.
Bu evde, papağanlarımız yetmiyormuş gibi, büyükçe bir de akvaryum yaptırmış, akvaryum bakımı ve süs balıkları üzerine kitaplar alıp okuduktan sonra çeşitli süs balıkları yetiştirmiştik.
1999 yılına kadar akvaryum ilgimiz devam etti, daha sonra da balıkları başkalarına vererek, bu işe son vermiştik.

OĞLUM’UN DOĞUMU

İlerleyen zaman içerisinde, “KIZIM” daha da cana yakın olmuş, kendiliğinden uçup, elimize ve omuzlarımıza dahi konmaya başlamıştı, ama konuşma konusunda çok da gayret sarf etmiyordu.

“OĞLUM” ise biraz daha yumuşamasına karşılık, yine kendisine dokundurtmuyor, maçoluktan da bir türlü vaz geçmiyordu.
İlginçtir, konuşmak için gizli gizli de pratik yapıyordu.
Bunu yapmak için, kimsenin kendisini görmediğinden emin olmaya çalışıyordu.
Tabii erkeğin her çabası karşısında “KIZIM” onu durdurmaya çalışıyordu.
Sanki biraz kıskanır gibi…..

Bir gün, ilginç bir gelişme yaşandı,
Can yaz tatilini bitirmiş ve Erzin’den yeni dönmüştü, aynı gün evde, Samsun veya Erzin’den gelen Seyhun Dayım ve Can’ın arkadaşları Doğan ve Melih de vardı.
Can, “KIZIM’ı” eline almış onunla konuşmaya çalışıyordu,
KIZIM beklenmedik bir biçimde uçup, açık olan salonun penceresinden dışarıya çıkıvermişti, çok aramıştık, hatta ertesi gün, daha sonraki gün tekrar tekrar aramamıza rağmen bir türlü bulamamıştık.
Hepimiz çok üzülmüştük, hatta Can ağlamaklı olmuştu.
Ama, sonuç değişmemişti.

“KIZIM” uçup gittikten sonra en çok şaşkına dönen ve üzülen  ise elbette “OĞLUM” olmuştu.
Arkasından defalarca “KIZIM”, “KIZIM” diye seslendiğini, bu adı sayısız defalar tekrarladığını hiç unutmuyorum.
Adeta öksüz gibi kalmıştı.
Biz de kendisine bu yalnızlığı fazla hissettirmemek için, ilgimizi daha da artırdık.

“KIZIM ’ın” gitmesinden itibaren “ OĞLUM da” bize daha çok düşmeye başladı, daha bir yumuşamıştı.
Arkasından yaşanan bir dizi olay var ki bize olan bağlılığı ve güveni olağanüstü arttı,

İlk olarak, kafesinin üzerinden havalandığında kontrolünü tam olarak sağlayamadığı için başını kapıya çarpmış ve düşmüştü.
Darbenin etkisiyle yaklaşık bir hafta boyunca ağzını açıp yemini yiyemeyecek durumdaydı, bu süre boyunca suyunu ağzına damlatarak verdim, ayrıca, yemlerini de ağzımda çiğneyip mayi haline getirdikten sonra, parmağımın ucuyla ağzının içine akıttım, bu sayede sağlığına tekrar kavuşmuştu.

İkincisinde ise, akşam işten eve geldiğimde kendisini köşe bucak aramama rağmen evin içerisinde  bulamamıştım, birden aklıma geldi ve banyodaki klozete koştum.
Evet hayvancağız oradaydı, suya düşmemek için ayaklarıyla kenarlardan tutunmuş, yorgunluk ve korkunun etkisiyle tir tir titreyerek bana bakıyordu.
Kafesinden havalanıp, uçarak geldiğinde klozetin kapağına çarpmış, klozetin içine düştükten sonra kapak üzerine kapanmıştı.
Hayvancağızı aldım, temizleyip kuruttum ve yemeğiyle suyunu verdim.
Çok minnettar görünüyordu.

Bu ve bunun gibi birçok hadiseden sonra, aramızdaki bağ çok güçlenmişti,
kendisini çok iyi besliyorduk, her gün bir yumurtanın sarısı, bir elma, kabuklu fıstık, vitaminli papağan yemi, mevsimine göre diğer meyveler ve bizim yediğimiz hemen her şey, buna lahmacun da,et de dahil.

Zaman içerisinde, şakacı, esprili, neşeli biri haline dönüşmüş, bir kısmı küfür olan 100 civarında kelime öğrenmiş, o andaki duruma uygun cümleler kurmaya başlamıştı.

Evin giriş bölümünde  büyükçe ve “L” biçiminde olan bir antre vardı.
Kapıdan girdikten sonra hemen sağında mutfağa açılan bir kapı vardı.
Antreden direkt olarak karşıya doğru ilerlediğimizde 2. Kapı salona açılıyordu.
Bu arada, mutfak ile salon arasında geçiş yapılabilen kapılarımız vardı.
Mutfak kapısından sonraki bölümü aynı zamanda L’nin ince bir uzantısını oluşturuyordu.
Bu uzantının sonunda da benim yattığım oda bulunuyordu.
Dış kapıdan girdikten sonra antreni sol tarafı oldukça genişti ve bu bölümün sonundaki kapı yanal uzanan  küçük bir Hol’e açılıyordu.
Bu kapıdan indikten sonra hemen karşıda banyo ve tuvalet vardı.
Kapıdan geçtikten sonra sağa döndüğümüzde görülebilecek olan kapı ise kardeşimin yattığı odaya açılıyordu.
“Oğlum”, Antrede salon kapısının hemen önüne  denk gelecek şekilde yerleştirilmiş olan büyükçe bir kafesin üzerine monte ettiğimiz uzun bir çubuğun üstünde duruyordu.
Çubuğun bir ucu “L” şekildeki antrenin diğer bölümünü de bütünüyle görebiliyordu.
Böylece salon ve mutfak da dahil evin önemli bir kısmına hakim olabiliyordu.

Bir keresinde kardeşimin arkadaşlarından Nuri gelmişti eve.
Henüz ,“Oğlum” ile samimiyetleri yoktu, ancak, lavaboya gitmek için salondan çıkıp yanından geçerken eliyle dokunacakmış  gibi muziplik yapınca, bizimkisi önce bir irkilmişti.
Ama yapılana da kayıtsız kalmamıştı.
Çubuğun ucuna doğru yürüyerek Nuriyi takip etmiş ve dönüşte kendisini göremesin diye de duvarın tam arka kısmına mevzilenip göz ucuyla takip altına almıştı.
Nitekim, olacaklardan haberi olmayan Nuri tam kafesin yanına yaklaştığında bizimkisi sanki bir ok gibi ileriye hamle yapıp tekrar yerine çekilmiş ve bunu yaparken de şişşşşşşt!….. diye bir ses çıkarmıştı.
Ne olduğunu anlamadan, korkudan ödü patlayan Nuri kendini geriye attıktan sonra, Oğlum bir yandan keyifli bir kahkaha atarken, diğer taraftan da alaylı bir ifadeyle  “iiiibmeeeeee” demeyi de ihmal etmiyordu.

Artık “Oğlum” herkesi iyiden iyiye kendine bağlamaya başlıyordu.
Onsuz bir yaşam çok sıkıcı gelecekti adeta.

Salon küçük olduğundan yemek masası mutfaktaydı.
Bu nedenle biraz kalabalık olunca salona hemen bir yer sofrası kuruyorduk.
Tabii, sofraya yemek geldiğinde bizimkisi herkese birden “ibmemisin lan” dedikten sonra hemen havalanıp sofraya doğru pike yapıyor.
Kendine verilen yiyeceğe ulaşmak için de paytak paytak yürüyordu.

Bir süre sonra, evdeki perdelerin kornişe bağlanan yerlerini koparmaya başlayınca kafesin içine koymaya karar verdik.
Başta epey bir kızmasına ve küfürler savurmasına rağmen sonradan bu durumu kabullendi.
Tabii bu bazı tepkilerini de değiştirdi.

Örneğin, yemekte lahmacun, tavuk başta olmak üzere beğendiği bir şeyler  varsa, avaz avaz “Lan…..lan…..şişşşşşşt….ibmemisin oğlum…. İiiiibbbbmmmeeee… diye bağırıp payını alıyor (başka küfürler de vardı ama burada söylemeyeyim daha iyi) ama yemiyor, stokluyor ve yeni bir parça almak için küfürlerine devam ediyordu.
Bu durum sofradaki yemek bitinceye kadar devam ediyordu. Daha sonra da ne oluyordu biliyor musunuz. Başlıyordu stokladıklarını yemeye.

Bizimkisinin ifade biçimi kızgın veya keyifli olmasına bağlı olarak değişiyordu.
Keyifliyse ses tonu ve söyleme biçimi bunu hissettiriyor, ardından da “heh heh heh” gibi bir kahkaha atıyordu.
Kızgın ise durum değişiyordu, oldukça sert ve vurgulu bir ses tonuyla küfrederken tüyleri dik dik oluyor, gözleri de tehditkar bir biçimde çakmak çakmak bakıyordu.
Tabii kızgınken dokunmak için elinizi ona uzatmak istemezdiniz.

Akşamları eve geldiğimde onunla uzun uzun ilgilenir ve yerli yabancı şarkılar söylerdim.
Bu hem benim için ve hem de onun için terapi gibi geliyordu.
Birlikte televizyon izliyor, birlikte tepkiler veriyorduk.
İnanmayacaksınız ama, televizyonda komik sahneler çıktığında, bazı sahnelere kahkahalar bile atıyordu.

Sabahları erken saatte uyanır ve gevezeliği tutardı. Uzun uzun ve keyifli bir biçimde kendi kendine konuşur, daha önceden benden dinlediği şarkıları da birbiri ardına sıralardı. İşte bu anların tadına doyum olmuyordu.

Avcılarda oturduğum en son evin sahibi bir gün eve gelmişti.
Salonda oturuyorduk ve rahat olmadığı için tam karşısında kafesinde duran “Oğlum ’u” görmemişti.
Biraz da taahhütlerini yerine getirmemenin mahcubiyetiyle kesintisiz anlatıyordu.
Ben ise artık sıkılmaya başlamış olmama karşılık sabrediyordum.
Fakat adam bir şeyin daha farkına varmamıştı.
“Oğlum” kendisini dikkatle ve sessizce izliyordu. Konuşmanın heyecanlı bir yerinde, birden bire “Geveze!..” diye bir ses duyduk.
Ses oldukça otoriter ve sert bir ifadeyle söylenmişti.
Adam neye uğradığını şaşırmış, sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken,Oğlum tekrar ve aynı ses tonuyla “Geveze” demiş, hatta arka arkaya bir iki defa tekrarladıktan sonra, okkalı bir biçimde “Eşşşoğğğlu !…” diye küfretmeyi de ihmal etmemişti.
Adamcağız durumu anladı anlamasına ama girdiği şokun etkisinden kurtulması da kolay olmamıştı. Bu arada hislerime tercüman olmadı da değil hani.:)))

Bazen işin ve hayatın verdiği stresle gergin bir şekilde geldiğimiz oluyordu eve, inanır mısınız, öyle durumlarda sessizleşiyor, naifleşiyor, ses tonu yumuşuyor  ve halden anlıyordu.
Çoğu zaman bir insandan daha anlayışlıydı.

17 AĞUSTOS

Avcılarda geçirdiğim dönem içerisinde; dinler, öğretiler, psikoloji ve kişisel gelişim üzerine de epey bir kitap devirdim.

Bununla da kalmadım;  Hıristiyanların zaman zaman yaptıkları toplantılara katıldım, ayinlerini izledim, o dönem karşıma çıkan bazı Yahova Şahitleriyle sohbet etme fırsatım oldu, umre yapıp bir dönem namaz bile kıldım. O dönemlerde yaşadığım ve anlamlandırmak istemediğim (benim açımdan önemli) ve açıklanamayan birkaç hadiseden sonra namazı bırakmak durumda kaldım. Daha doğrusu algıladığım dünyayı yeterli buldum.

Bununla birlikte okumayı kesmedim. Devam ettirdim.

1999 yılında nişanlanmış, bu nişan birkaç ay kadar devam ettikten sonra sona ermişti. 

O yılının ikinci yarısına girerken, İskit ülkesinden çıkıp (Boğalarla Koçların Mücadelesi: Koçlar kazanmıştır.) Tüm Avrupa’yı, Ortadoğu’yu ve Asya’yı etkileyen ve nihayetinde Hindistan’a yerleşen Şifacı RAMA’yı, Budizm’i, Hinduizm’i okumuş,Ağustos ayında da  Mısır dinini (ölüler kitabı v.s.) yarılamış, Mısır dininin kurucusu olan Hermes ’in (İdris Peygamber) öğretilerini ezoterik doktrinel bir yorumdan okuyordum.

Günlerden 17 Ağustos;Kardeşim Erzin’de yaz tatilini geçiriyor ve evde “Oğlum” ile baş başayız, Oğlum bu gün salonun sokağa bakan penceresinin yanında.

Hava o kadar sıcak ki, bir yandan sık sık duşa girerken, diğer taraftan da serinletmek için sık sık “Oğlum ’u” ıslatıyorum.

Ama ne çare, sıcak dayanılmaz ve ben uyuyamıyorum,  Evin en serin yeri olan odamda yatağıma uzanmış kitabımı okuyorum (Kitap: “İnsanlığı Aydınlatan Büyük İnisiyeler”). Kitapta anlatıyor;

Var olan her şeyin anlamını öğrenmek isteyen Hermes bir rüyaya dalar, ruhu uzaya doğru yükselirken, tarif edilebilir bir şekle sahip olmayan muazzam bir varlığın kendisini adıyla çağırdığını hisseder. Korkuyla irkilir ve sorar.

“Sen Kimsin?…”

“ Ben Osiris ’im. En yüce Zeka ’yım ve her sırrın örtüsünü kaldırabilirim.” “Ne diyorsun.”

“Ey ilahi Osiris, varlıkların kaynağını seyretmek ve Tanrı’yı tanımak istiyorum.”

“Arzun yerine gelecektir.”
“Gözlerini yukarı kaldır ve bak!”

Hermes ’in gözlerinin önüne harika bir manzara serilmişti. Bu manzarayı da yedi adet ışıklı küreyle,sonsuz uzay ve yıldızlı gökyüzü kuşatmaktaydı.Kendisi bu kürelerin tam merkezinde bulunuyordu.
Sonuncusunu, bir kemer gibi samanyolu sarmaktaydı.
Her kürede, farklı şekil, işaret ve ışığa sahip bir meleğin refakatinde olmak üzere birer gezegen dolaşıp duruyordu.

Ses ona seslendi;
“Bak, dinle ve anla. Her türlü hayata imkan veren şu yedi küreye bak. Ruhların aşağılara inip sonra tekrar yukarıya tırmanışları bu kürelerde cereyan etmektedir.”
“Samanyolu bölgesinden yedinci küreye düşen şu ışıklı tohumları görüyor musun?  Bunlar ruh tohumlarıdır. Satürn bölgesinde, kaygıdan ve tasadan uzak, mutluluk içinde ve fakat mutluluklarının farkında olmadan yaşayan hafif buhar gibi şeylerdir. Ama küreden küreye düşerken git gide ağırlaşan bedenlere bürünmektedirler.
Her bedenlenişte, ikamet ettikleri ortama uygun düşen yeni bir bedensel anlam kazanmaktadırlar. Hayati enerjileri artmaktadır; ama daha kaba bedenlere girdikçe, o semavi köklerinin anısını gitgide unutmaktadırlar.  İlahi Esir’den (Ether) kopup gelen ruhların aşağılara inişleri böyle böyle cereyan etmektedir.
Gitgide maddeye daha da bağlanmaya başlayan ruhlar kendilerini, tıpkı bir ateş yağmuru gibi, şehvet ürperişleri içinde Istırap, Aşk ve Ölüm bölgelerinin  içine atıp da yer küre zindanına varıncaya kadar aşağılara düşmektedirler; ateşsi merkezinin etkisine kapılıp sinesinde inlemekte olduğun ve yaşamaktayken ilahi hayatı boş bir düş gibi hayal etmekten başka bir şey yapamadığın şu dünya böyle bir dünyadır işte.”

“Ruhlar ölebilir mi?”

“Evet. İniş sırasında çoğu telef olmaktadır. Ruh, göğün evladıdır ve seyahati de bir sınavdır.
Maddeye karşı olan aşkın fren tanımaz bir hale gelmesi sonucunda ruh, kökeninin anısını kaybederse, o takdirde, onda mevcut bulunan ve bir gün bir yıldız gibi parlaklaşabilme şansına sahip olan ilahi kıvılcım, içinden çıkıp geldiği ilahi aleme hayatsız bir atom halinde dönmektedir ve ruh, kaba unsurlar girdabının içinde dağılıp parçalar haline gelmektedir. Şifa bulmaz derecede geri ve kötü ruhların kaderi budur işte.
Ay bölgesine doğru tırmanmaya çalışan şu ruh topluluğunu görüyor musun?  Bir kısmı dünyaya doğru, tıpkı fırtınaya tutulmuş kuşlar gibi düşmekte. Diğer bir kısmı da, var güçleriyle peşinden uçtukları bir üst küreye ulaşmak üzereler.  Oraya vardılar mıydı, hemen ilahi eşya görünümüne bürünüvermekteler.
Yücelmek için istemek yeterlidir. Etrafa nasıl dağıldıklarına ve nasıl ilahi gruplar oluşturduklarına bir bak. Her biri yeğ tuttuğu kendi meleğinin kanadı altında toplaşmaktadır.
En güzelleri Güneş bölgesinde yaşamaktadır.  En güçlüleri Satürn’e kadar yükselmektedir.Bazıları da kudretlerin ortasında yer alan ve bizzat kudretlerin ta kendisi olan Baba’ya kadar ulaşmaktadır. Her şey orada başlayıp yine orada sona ermektedir; ve bu yedi küre hep bir ağızdan şunu söylemektedirler: Bilgelik!  – Aşk!  – Adalet!  – Güzellik!  -Görkem!..- Bilim!..- Ölümsüzlük! ”

Gece yarısını çoktan geçmiş olan saat neredeyse 3’e çeyrek kalayı gösteriyor.

Hava hala çok sıcak, terlemişim. 

Gökyüzünün kapısı aralanan kapısından Ay’a  kafilelerle giden  ruhlar, sanki geride kalanlara ve yeni gelenlere  hoşça kalın der gibi bakıyorlar. 

Bir düş gibi dünya yavaş yavaş sallanmaya başlıyor.

Sonra hızlanıyor sarsıntı.

Gök yüzünün kapısı aralanıyor tekrar gideceklere yol açmak için.

Sarsıntı iyiden iyiye artarken ışıklar gidiyor önce, sonra da denizin üzerinden parlayan ışımalarla aydınlanıyor her yer ve sonra tekrar kararıyor.

Sarsıntı bir türlü bitmiyor ve bir türlü yatağımdan doğrulamıyorum.
Yandaki binadan sesler geliyor; camları kırılıyor, duvarları parçalanıyor.
Mutfaktaki ve banyodaki patlayan fayansların sesleriyle yankılanıyor her yer.

Sarsıntı devam ediyor. Bir türlü de bitmeyecek gibi.
Bina çökmeye çökecek ama ne zaman…

Nihayet, sarsıntı biraz azalır gibi oluyor ve aklıma “Oğlum” geliyor. 
Salona koşuyorum.
Kafes devrilmiş, yere düşmüş ve büyük bir panikle olduğu yerde çırpınıp duruyor. Ama bir türlü sesi çıkmıyor. Hemen elime alıyorum, o kadar korkmuş ki, elimden göğsüme doğru tırmanıp adeta bana yapışıyor. Titriyor.

Bu durumdayken üzerime hemen bir şeyler giyip tekrar salona dönüyor ve kafesi de alıp, 2. Kattaki dairemden merdivenlere çıkıp hızlıca aşağıya iniyorum. 

Bu sırada, etraftan çığlıklar yükseliyor.
Garip de bir koku var.
Sokağın karşısındaki karayolları kampının bahçe duvarının yanına varır varmaz Oğlum’u kafesin içerisine koyuyorum. Hayvanın sesi ilk defa çıkıyor. Önce titrek bir sesle çığlık atıyor ve arkasından da hep aynı küfrü tekrarlıyor; “İbme!…”

Hemen yanımda duran yaşlı bir kadın biraz da utanarak, çok korktuğunu ve küçük tuvaletini yapmak istediğini söylüyor. Hiç tasalanmamasını, kimsenin kendisini görecek durumda olmadığını söylüyorum. Sonradan öğreniyorum ki bu kadın hemen alt komşumuzun annesiymiş.

Bu depremde evin etrafında 5 bina yıkılmıştı. 
O anları anlatmak neredeyse imkansız.

Bu arada benim oturduğum evde de epey hasar oluşmuştu. 
Yan binayla bitişik olan duvar tam da kardeşimin yatağının yanında açılmış, yatağın üzeri moloz yığınıyla dolmuştu, 

5. Katta patlayan su borusundan aşağı doğru akan su hiç bir engele takılmadan bizim banyodan da geçerek zemine kadar iniyordu, 

Zeminde ve tavandaki çatlaklar yetmiyormuş gibi mutfaktaki ve banyodaki fayansların bir çoğu da patlamıştı.

O gece aralanan gökyüzü kapısından kafileler dolusu ruh aya doğru yol alırken, göz yaşları sel oluyordu.

Bu arada Oğlum ’u gören insanlar yanımıza geliyor ve birbirlerine şöyle sesleniyorlardı: 
“aaa bak karşı pencerede duran papağan buradaymış.” 

Meğerse adam çoktan meşhur olmuş mahallede, haberimiz yokmuş. 

Oğlum yanına gelip de kendisine ilgi gösterenlere “ibme!…” ya da “Eşşoğğğlu Eşşek” diye küfrediyor ama bu herkesin hoşuna gidiyordu. 

4 gün kampın yanında sahil kenarında kaldık. 

Herkes bize ilgi ve yakınlık gösteriyordu. 
Bu nedenle rahat etmiştik. 

Bu arada avcıların farklı farklı yerlerinden insanlar “Oğlum ’u” ziyaret geliyor, her gelen de küfürden nasibini alıyor, biraz moral depolayarak gidiyorlardı.

4. gün hiç hasar görmemiş olan, teras katı ve Marmara Denizini, Bakırköy’ü ve Küçük Çekmece Gölünü gören, barbeküsü olan bir ev bulup taşındım. Belki inanamayacaksınız ama bu süre içerisinde yaklaşık 8 kilo kadar zayıflamıştım.

2001 yılına kadar bu evde kaldım. 

VEDA

2000 yılının 2. çeyreğinde Ankara’da eşimle tanıştım.
2001 yılında Nişanlandım ve 2002 yılının yağmurlu bir Nisan ayında da evlendim.

Evlilik hazırlıkları sırasında, daha iyi bakılabileceği düşüncesiyle Oğlum’u trenle Erzin’e götürmüştüm. 

Daha az sarsılır düşüncesiyle terni seçmiştim ama yanılmışım. 
Yolculuk onun için bir hayli sıkıntılı geçti. Ama, nihayetinde Erzin’e ulaştık.

Erzin’ deki evimiz tek katlı ve etrafı bahçeyle çevriliydi. Bu durum oğlum için iyi görünüyordu. 
Hayvan bir iki yıl kadar çoğunlukla burada ve bazen de Osmaniye’de oturan kız kardeşimin evinde kalmıştı. Özellikle yeğenlerimle arası iyiydi.

Nişanlanmadan hemen önce eşimin ailesi bizleri tanımak için Ankara’dan Erzin’e gelmişlerdi (Önce Adana’daki halasına ve daha sonra da hep birlikte Erzin’e). 
Daha sonraları hem evlendikten ve hem de Defne doğduktan sonra muhtelif defalar Erzin’e gitmiştik. 
Hiç unutmuyorum, bu ziyaretlerinde Oğlum Eşime ve bana epeyce küfretmişti.

Rahmetli babamın şeker hastalığının ağır sonuçlarını yoğun olarak hissettiği dönemlerde Oğlum ile ilgilenebilecek durumu da kalmamıştı. 
Bu sıralarda, onu ısrarla isteyen birine vermişlerdi Oğlum ’u. 
 Duyduğum kadarıyla epey bir süre iyi bakılmış oğluma. 
Daha fazla da haber alamamıştım.

Geçtiğimiz yıl Erzin’e gittiğimde aldığım haber ise beni çok üzdü. 
Oğlum ’a bakan kişi yaylaya gittiğinde ona eşi bakmış, nihayetinde o da yaylaya gitmiş ve bu sırada Oğlum ’u balkonda bırakmış, ne yazık ki hayvan susuzluk veya açlıktan ölmüş.

Oğlum benim için bir insan gibiydi ve benim ruhsal gelişimim üzerinde inanılmaz olumlu katkıları oldu.

Çocukluk ve delikanlılık yıllarında kuş avlardım, ama oğlumla tanıştıktan sonra, her bir hayatın ne kadar kıymetli, yaşamaya ve korumaya değer olduğunu öğrendim.

Bir Can'ın bitki, hayvan veya insan olmasının hiçbir farkı  ve önemi yok. 
Hayat her biçimiyle önemli, kıymetli ve yaşama hakkına sahiptir.

Dilerim gökyüzü kapısından geçip ilahi bir kişiliğe bürünmüş ve Satürn bölgesindeki yerini çoktan almışsındır. 

Yüreğimin derinliklerine kazıdığım seni  rahmetle anıyorum.
Huzur içinde yat.
Elveda…"Oğlum"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder